Hadi bir hikaye anlat Kiwanuka

Bu satırlar 5 sene evvel, Kiwanuka adını ilk duyurmaya başladığında, BBC tarafından 2012'nin 'sound'una aday gösterildiği esnada yazıldı. Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı. Takvim 2017 senesinde olduğumuzu söylerken, üstelik Kiwanuka bu satırların üzerine ikinci bir albüm yapıp iyiden iyiye adını herkese duyurmuş ve yine üstelik 27 Eylül'de İstanbul'a gelecek iken... Tahmin ettiniz, o tarihlerde yazılmış satırları anımsatmak istedi bi' nevi mecmua. Keyifle... 


Kuzey Londra’da doğuyor Kiwanuka, Uganda’dan kaçar gibi (gibisi fazla da olabilir) ayrılan bir anne babadan. Müzik, annesinin radyo dinleme alışkanlığı sayesinde hayatına henüz çocukken dahil oluyor. “Abba’dan Neil Diamond’a artık o gün neler çalınıyorsa” kulak kabartmaktan geri durmuyor. Satın aldığı ilk cd Jamiroquai’nin ’96 tarihli “Traveling Without Moving” albümü. Akabinde Nirvana, The Verve ve Radiohead hayranlığı devreye giriyor. Ama uzun sürmüyor bu ilgi, kendini gitarın iktidarda olmadığı müziklere yönelmiş buluyor. Ardından da caza kafayı takıyor tabiri caizse. Hatta Royal College Of Music’te caz eğitimi almaya kadar götürüyor onu bu merakı. Tahmin edeceğiniz gibi, hercai müzikal zevkleri cazdan da soğutuyor onu. Sıra popüler müzik tarihinin klasikleştirdiği şarkı yazarlarına yöneltmeye geliyor ilgisini. Bob Dylan’ın şarkılarını nasıl yazıdğını, Jimi Hendrix’in plaklarındaki “sound”u, Marvin Gaye’in sesini kullanışını ve Bill Withers’ın akustik gitarlı soul’unu bir bir keşfedip, hatmetmesiyle kafasında nasıl bir müzik yapacağının şablonunu oluşturuyor.


Her şeyden önce bir gitarist Kiwanuka. Hem de gayet iyi bir gitarist. Bu yüzden tüm bu meraklı “öğrenim” süreci boyunca stüdyo müzisyenliği de yapıyor, konserlerde “zamane” hip-hop / r&b sanatçılarına eşlik de ediyor, harçlığını kazanıyor. Ama yerleşik algı biçimi önüne kocaman bir “beyaz adamın müziği” engeli çıkartmakta gecikmiyor. Afrika kökenli genç bir adamın 2000’lerde hangi müzik türleriyle haşır neşir olması gerektiğine dair o güne kadar farkına pek de varamadığı, hiçbir yerde yazılı olmayan kurallar olduğunu anlıyor. Öyle ki, birlikte çalıştığı müzisyenlere Crosby , Stills, Nash & Young gibi folk rock ekollerinin hayranı olduğunu söylemeye dahi çekinir hale geliyor. İmdadına Richie Havens, Sly and The Family Stone ve Curtis Mayfield gibi vakti zamanında “siyah”la “beyaz”ın notaları arasındaki farkı silikleştiren isimler yetişiyor. “Eğer onlar yapabildiyse…” diyerek bugün “Home Again”de karşımıza çıkan Michael Kiwanuka kimliğinin peşine düşüyor.




Soul’un folk hali (ya da tam tersi)

İlk EP’si “Tell Me A Tale”i, yine geçmişin sesine sıkı sıkıya bağlı bir gruptan, The Bees’ten Paul Butler’ın Isle of Wight’taki ev stüdyosunda kaydediyorlar. EP’nin ve devamında gelen diğer kayıtların 1970-71 sezonunda kaydedilip rafa kaldırılmış ve 2011’de gün yüzüne çıkarılmış gibi tınlamasını sağlama egzersizleri de böyle başlıyor. Jools Holland’ın programında iki şarkı çalıyor ve söylüyor, tüm kafalar ona doğru çevriliveriyor. Adele’nin Avrupa turnesini boyunca seyirciyi ısıtmak(!) üzere sahne alıyor, bu arada İngilizlerin pek sevgili folk grubu Mumford and Sons’ın Ben Lovett’inin de kurucuları arasında olduğu Communion’dan EP’leri yayımlanmaya devam ediyor. BBC’den gelen “Sound Of 2012” onayı ve Brit Ödülleri’ndeki adaylığı ile iyice tepe noktasına ulaşmışken “kim bu Kiwanuka?” hali ilk albümü “Home Again”e geliyor sıra.


Caz ve blues’un dipten, derinden şarkılarının içine sızmasına izin veriyor Kiwanuka. Bazen göze batacak kadar öne çıkıyor bu sızıntılar, bazen de hiç kendilerini göstermeden varlıklarını hissettiriyorlar. Akustik gitarın etrafına örülmüş soul şarkıları bunlar, tane tane söylenmiş, tane tane çalınmışlar. Her enstrümanın gerektiği miktarda duyulabilmesini garantiye alınana kadar sadeleştirilmiş, flu tek bir ânı olmayan şarkılar. Tıpkı yazarları Kiwanuka gibi sakin mizaçlılar, samimiler ve gayet kişiseller. Tam da bu özelliklerinden dolayı zaman testinde geçer notu cebinde şarkılar.


“Home Again”in ne tek bir eksiği, ne de tek bir falsosu var. İleride –mesela 10.yılında- güzel bir box set olarak yanına 2011’de çıkan EP’leri de katarak yayımlanacak bunu kestirmek güç değil. Kiwanuka’nın bundan sonraki adımları ne olursa olsun iyi hatırlanacak. Çünkü kolay algılanılabilirliğinin altında, belki de onu bir maske gibi kullanarak, sakladığı derinlik, ucunda ışığı göreceğiniz ama albümün yaklaşık 40 dakikalık süresi dolmadan o ışığa doğru tek bir hamle bile yapmayı istemeyeceğiniz kadar sıkı sarıyor etrafınızı.

Biliyoruz ki seviyor müzik basını “en iyi” ve “en yeni” sıfatlarını yakışıtrmayı. Hele sosyal ağların gücü de işin içine iyiden iyiye girdiğinden beri günde üç öğün (ve hatta ara öğünlerde de) en bir yeni, en bir iyi sunuluyor bize. O gün çok dikkatimizi çekiyor o iyi ve yeni, hemen dostlarla (ve “takipçilerle”) paylaşıveriyoruz gayri ihtiyari. Sonra? Sonrası biraz flu, epeyce muallak. Eğer gerçekten “iyi” ve “yeni” bir şey tatbik edilmişse kulaklarımıza bir sonraki öğüne kadar hazmetmiyoruz onu, yemekten önce herhangi bir abur cubura da meyletmemişsek kulağımızda, hafızamızda ve hatta hayatımızda kendine hoş bir mekan ediniyor. Ama işte ne yazık ki böylesi şarkılar, albümler öyle seyrek takılıyor ki dinleme cihazlarımızın frekans aralığına (buraya bir iç çekiş gelecek) Tam da bu yüzden genç Kiwanuka’nın içten müziği, üzerimize üzerimize yürüyen “en iyi ve en yeni” güruhunun kalabalıklığında gözden, kulaktan kaybolmasına izin vermeye kıyamayacağınız kadar iyi.

Kiwanuka’yı Kiwanuka yapan şarkılar:

Bill Withers - “I Don’t Know”
Konserlerinde sıklıkla çaldığı bu 1972 doğumlu Bill Withers bestesi, Kiwanuka’ya yol gösteren şarkılardan biri.




Bob Dylan – “Don’t Think Twice, It’s All Right”
“Bir müzisyen olmayı istememi sağlayan ilk şarkı” diyor Kiwanuka bu Dylan olmazsa olmazı içn, akustik gitara geçişini ve şarkıların yapısına daha çok kafa yormasını da yine “Don’t Think Twice…”a borçlu.



Otis Redding – “(Sitting On) The Dock Of The Bay”
Redding’in ölümünün ardından yayımlanan “(Sitting On) The Dock Of The Bay”, Kiwanuka’nın tabiriyle “büyük bir şarkı”.



Sly And The Family Stone – “Luv N’ Haight”
“Soul şarkıcılığını daha önce hiç bu şekilde yapıldığına şahit olmamıştım. Aklımı başımdan almıştı ilk dinlediğimde, ve tabii çılgınca daha fazlasını dinlemek istemiştim.”




Gnarls Barkley – “Who’s Gonna Save My Soul”
Büyük bir Danger Mouse hayranı olduğunu söylüyor Kiwanuka. Danger Mouse’un Cee Lo Green’le yaptığı ikinci Gnarls Barkley albümündeki “Who’s Gonna Save My Soul”, Kiwanuka için günün prodüksiyon estetiklerine uygun ama “eski” tınlayabilen bir şarkı nasıl yapılıra çok iyi bir örnek.


Yorumlar

Popüler Yayınlar